Hava orada yaşayanlara göre her Kasım da olduğu ama ona göre ise hiç bir Kasım da olmadığı kadar soğuktu. Öyle bir soğuk düşünün ki burun, kulak, göz ne kadar duyu organı varsa duyarsızlaştıran.
Tam karşısında ki duvar köşesini, eski tek kapılı buzdolaplarının haftada bir karlanan buzluklarına benzeten ve verilen nefesin geri alınmasına fırsat bile vermeden kirpiklerinde donmasına neden olan bir soğuk. Oysa onun bildiği soğuk en fazla kaban giydirir, biraz da içini titretirdi o kadar..
Gözünü açar açmaz meşgul olduğu bu Kasım soğuğu muhasebesini beyninin daha sıcak bir köşesinde bırakıp, ikinci el çekyattan bozma, sıcak olması gereken ama bu haliyle sıcak olamayan yatağından doğrulup, perdeyi araladı.
Pamuk pamuk kar yağıyordu.
Artık kalkıp, elini yüzünü yıkama vakti gelmiş te geçiyordu. Ayakları anne evindeyken asla giymediği, giyse de hangi odada olduğunu hatırlayamadığı ama son üç aydır sıkı dost olduğu terliklerini aradı, buldu. Biri kırmızı biri mavi puanlı. Teklerini bulmaya hiççç uğraşamazdı, öylece geçirirdi ayaklarına.
Yerinden kalmadan uzandı, sandalyenin üstüne asılı duran annesinin eski yeşil hırkasına.
Şimdilerde hep eski giyinir olmuştu. Zira ya soba yakarken ya da su getirirken yırtılıp, yanıp çamur olabilirdi üstündekiler. Zaten yeni de olsa bu ihtimallerden en az bir tanesi kesinlikle gerçekleşir ve giysiye kısa zamanda eski sıfatı yapıştırılırdı.
Bir ayağında kırmızı diğerinde mavi puanlı terlikleri, omuzunda eski anne hırkası, dışarıdan birisinin kılıksız diyebileceği bir halde, ilerledi bir metrekare genişliğindeki banyosuna. Şıkır şıkır akan, buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı. Eski sıra tahtasından yapılmış ikili rafından alüminyum çaydanlığını aldı. Almasına aldı da, odanın soğuğundanmıdır bilinmez, bir müddet durdu kaldı. Gözleri, yerdeki kilimin birbirine sarılmış gibi duran saçaklarına takıldı bir an için.
Tek başına da kahvaltı yapılmazdı ki. Kahvaltı yapmakta da neydi ? Hem de bu kılıkta. Bir başına, yapayalnız kahvaltı olabilir miydi ?
Yok, bu da olmadı. "Bu kahvaltılıklar tek başına da yenilmez ki " diye en doğru cümleyi kurduğunu düşündü, o anki hali için. Su için bidona elini attı. Bidon oldugundan ağırdı.Donmuştu :( :(eksi bilmem kaç derecedeki gecede ,yattığı odaya almayı unutmuştu.
İkisini de olduğu yere bıraktı. Suya ve çaydanlığa kızgın ve küskün dudak büzerek ''Zaten canım çay içmek istemiyor'' dedi.
Kapı arkasına asılı duran ve dün Meryem'in ''Annem tandır yaptı, kete de getireceedim ama yolda Hanoların iti govaladı, düşürdüm üğretmenim'' diyerek getirdiği kenarı kurumuş tandır ekmeğiyle tel peyniri sarıp hızlıca yedi. Hızlıca, herşey hızlıca burda. Tuvalete gitmek .. hızlıca, el yıkamak, hele banyo yapmak.. daha da hızlıca.
Hızlıca eşek alınır, komşu ahırdan. Hızlıca bidonlar yüklenir sırtına. Hafta sonları saat 06:00 da minübüse koşulurdu hızlıca. Bu kadar hızlı hareketlerle yaşanan bu yerde, zaman öyle ağır ilerlerdi ki geçmek bilmezdi. ''Zaman sen çık aradan. Şimdi hızlı hızlı giyinme, hızlı hızlı okula gitme vakti '' dedi, kendine.
''Personel, kılık kıyafet yönetmeliğine uymaktadır '' kaydıyla ilçeye gönderdiği 243'e bilmem kaç resmi yazısının aksine, likralı ütü izsiz pantalonunu ve sıcak suya yıkayarak daha da toklaştırıp kalınlaştırdığı yün kazağını giydi. Tabii yine hızlıca. Son bir kez bakarken aynada yönetmeliğe uymayan kıyafetine, anılara dalmış bir gülümseme belirdi yüzünde.
Kendisinin, ''Ben çok bakımlı bir öğretmen olacağım. Şıkır şıkır gideceğim her gün okula'' sözlerine karşılık, annesinin "Korkarım saçını bile taramaya vaktin, fırsatın ve isteğin olmayacak '' cevabını hatırladı, aynada dağınık saçlarını görünce.
Hayır, o kadar da bakımsız değilim diyerek gülümsemesini hemen ciddi bir ifadeyle yer değiştirtti. Bunu ispatlamak istercesine, aldığı 60 faktörlük güneş kremini kar kremi olarak kullanmak üzere sürdü yüzüne.
Evet ! şimdi daha iyiydi. Saçlarını tarayıp toparlarsa şıkır şıkır olmasa da annesinin söylediği gibi bakımsız da
olmayacaktı. Birazdan giyeceği kahverengi, tüylü çizmelerini saymazsa:):):)
Çizmeler ayağında ,bir eline kitapları ,bir elinde balta,tek sürgülü tahta kapısını açıp günlük koşturmacasına,hızlıca koştu odunluğa.Yeteri kadar odun ve çıra kırmalıydı.Aslında bu işi Ahmet amcanın oğlu Sedat yapmalıydı.
Dün gelip:''Huğcaaa sen mazutun teneğesi gaç guruş bilinmi?
Çocuk he yaparım demiş amma(çocuk Sedat ta 32 yaşında) olmaz,kurtarmaz 60 lira iki ton oduna''diyip, anlaşmayı bozana kadar.
Ahmet amca onun sözlerini hiç dinlemeden ,mazot fiyatı üzerine tek kişilik konferansını vermiş,onu kırılmamış iki ton odunla baş başa bırakmıştı.
''Sana da ,oğluna da,mazotuna da'' diye söylenerek kırarken son çırayı,parmağının ucundan beynine hızlı bir acı iletisi ulaştı.
Parmak ucunda ,yarısı ayrılmış et parçası ve kana ,ağzında da acı bir ahhh a dönüştü bu ileti yolculuk sonunda.Baltayla olmazdı,keserle kırmalıydı çırayı biliyordu oysa.
Tekrarladı,''Ahmet amca ,sana da,oğluna da,mazotuna daaa...''
Avucuna aldığı baş parmağını sıkıca tuttu.Minik kan damlaları düşürerek kara,hılıca koştu bayaz badanalı lojmanına.Parmağını sarmaya çalışırken kapı çaldı.
Gelen çocuklar olmalıydı.
''Üğretmenim kapı kapalııı''
'' Evet canım
kapalı,alın anahtarı ben geliyorum şimdi''diye uzattı anahtarı.
İlk yardımını da yapıp ,bu güne önce oduncu,sonra hemşire olarak başladı.
Artık asıl görevine dönme ,öğretmen olma zamanıydı.Önce odunluğa uğrayıp kırdığı odunları kucakladı.
Yolda minik eller yardıma uzandı ailelerinin duyarsızlığına inat yapar gibi.
Hepsi yanmayan sobanın başına toplanmıştı içeriye girdiğinde.
Çok bekletmeden yaktı ,artık ustası olmuştu ilk günlerde 20dk yakamadığı sobanın.Sıralar soba kenarına dizildi,çoraplar çıkarıldı.Minik,pis ve morarmaya yakın soğuk ayaklar sıra üzerine ıslanmış yün patikler ve çoraplar soba kenarına dizildi.
Isınıldı ,kurundu teneke sobanın çıtırtısı ve ıslak çoraplardan yükselen,tüyüyle haşlanmış tavuk kokusuna benzer bir kokuyla.Isınan ellerle,kuruyan çoraplar giyilirken Hayat Bilgisi olması gereken d
erste.
Tek örgülü uzun saçları ve al al yanaklarıyla İlknur belirdi pencerede. Birazdan kapı iki tık tıklanıp tüm sınıfın ''geeeeelllll'' emriyle aralandı.
Biraz önceki gellll korosu:
''İlknur geç kaldın.Geç kaldığın için özür dileee'' diye ikinci emirlerinide verdiler, tek örgülü ,uzun saçlı al yanağa
İki eli önde birleşmiş,baş aşağı,gözler yukarıda ,belli belirsiz
''Geç kaldığım için üzür dilerim üğretmenim''diyerek hemen sırasına koştu. Hasta mı ,diye düşündü.Tamam yanaklar her daim kırmızıydı ama bugün başka bir şey vardı sanki.
Diz çöküp sırasının önüne alnına dokundu.''hasta mısın?''Cevap vermedi. Onun yerine ,her söze verecek bir cevabı olan yüzü orta çilli,kepçe kulaklı,önden iki eksik dişli Cihat:
''Hasta deel üğretmenim .
Dün gördüm babasıynan samgaşa gitti''
Güldü Cihat'a ,İlknur'a dönüp tekrar sordu:
'iyi misin?''Yine cevap yoktu.Hasta da değil çünkü ateşi yoktu.
Dizleri üzerinden doğruluyordu ki,tek örgülü uzun saçlı al yanak ,başını sıranın altına sokup hızlıca çantasından gazeteye sarılı bir paket çıkarıp uzattı. Sıra arkasından bir kol,kafa yok gövde yok!
Bu ne şimdi?Şaşkınlıkla uzatılan paketi aldı.Sıraya oturup ,çenesinden tutup kaldırdı gizlenmiş,utangaç başı.
Gözleri hala sıra altındaki al yanağa sordu:
''Bu ney tatlım?'' ı ıhhhh yine ses yoktu.Üst dişelriyle alt dudaklarını ısırıp,gülümsemeye başladı.Gözleri hala sıra altında.
İlknur ve gözlerini sırayla baş başa bırakıp gazete paketini açtı.Bu da ney?diye düşünürken ,aşağıdan gelen ince bir sesle söylenen sihirli sözcükler tüm sorularının cevabıydı.
''ÜĞRETMENLER GÜNÜN KUTLU OLSUN ÜĞRETMENİM'
''Tek örgülü , uzun saçlı al yanaktan lk öğretmenler günü hediyesini almıştı. Dünyanın en masum sunuluş tarzıyla,en değerli ve ilginç hediyesiydi onun için. Yarısı yenmiş peynirli çubuk kraker. Niye mi değerliydi?
Köy bakkalında bulunmayan peynirli çubuk kraker,belliki dün Sarıkamış tan alınmış.
Bu gün öğretmenler günü ne hediye etsem derken,o gün onun için en değerli şeyini,dün kıyamayıp yarısını yediği krakerinin diğer yarısını almış,kendince paketlemiş ve onunla paylaşmıştı.
Şimdi ne soğuk ,ne Ahmet amca,ne kırılmayan odunlar,ne de kenarı kesilmiş baş parmağı canını sıkabilirdi.Çünkü bu gün bir kez daha farkına vardı ki dünyanın en güzel mesleğini yapıyordu.
İyi ki öğretmendi.İyi ki bu karşılıksız seven minicik yüreklere sahipti.