Gözlerin İstanbul Oluyor Birden

31 Ekim 2009 Cumartesi Gönderen Emrah Ateş 6 yorum

Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor
yüreğime şiirden.

Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden,
senden uzağım

Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp
gelmesen.

Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız
gözlerime bak diyeceksin.

Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün
pencerelere

Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı;
günde bin kere

Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek
hemen her yerde

Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor
iplik iplik,

Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor
birden.


Yavuz Bülent Bakiler
Tam Metin
Etiketler: , ,

Aynı Mandalla Tutturulmuş İki Ruh

29 Ekim 2009 Perşembe Gönderen Yazmak Keyiftir 15 yorum
Mandalları Bilirsiniz .. !
Hani, şu iplerin üzerine bir şeyler tutturmak için kullandıklarımızı. Özellikle de çamaşır asmak için olanlarını. Ben, rengarenk olmalarına rağmen plastiklerini hiç sevmem. Sevemedim, alışamadım da.
Ahşap olanlarını sevmişimdir. Artık eskilerde ki gibi sık rastlanır değil ahşap olanları. Doğallıklarına benzer, artık nadir rastlanır oldular kıymetli bir eşya misali. Malzemesi güzelliğinin sebebi gibi sadedir. Bir yay ve iki ufak parça ahşap...
Bilirmisiniz ?..
Ahşap yaşar, nefes alır, ayrı düşmüş olsa bile ağacının gövdesinden, can suyundan. Hep özler, koparıldığı ağacı, toprağı. Buram buram hasret kokar. O da siz gibi, ben gibi incecik yanıktır, çocukluğunun, gençliğinin iklimlerine.
Alıp, koklayın bir ahşap mandalı..
Büyüyüp yeşerdiği ve sonra da göğerdiği toprakları, ormanları, dal yada gövde iken tenine dokunan rüzgarları duyumsarsınız. Bir de tutup kulağınıza götürün. Kök saldığı ormanın, dağ başlarının kurdunun, kuşunun, böceğinin, seslerini duyuverirsiniz. Plastiklerinin aksine dokunduğunuzda sıcacıktırlar. Yadırgamazsınız ona temasınızı, bir parçanız gibi hissedersiniz. Avuç içiniz yada parmak uçlarınızda eğrelti durmaz. Aynı kadim dostlar benzeri dayanıklı ve sağlamdır. Onları, sadece duvarı için için yiyen nem yıkar tıpkı dostlukları çökerten gam gibi.
İnsan ne garip hissedişlerin eline düşebiliyor. Ahşap bir mandalla bile, böylesine derin bir duygusal bağ kurabiliyor. Varın bir de, bir insanın başka bir insan oğlu/kızı ile ne kadar derinleşebileceğini, siz düşünün.
O gün, ruhumun çamaşırlarını Himalayaların zirvelerini okşamış rüzgarlarla sevişmesi için ipe dizdiğimde bunlar düşmüştü aklımın sokaklarına. Rüzgarla dans edişlerini kimbilir hangi gelmezin saçlarına benzetmedeyken aralarından iki güzel kız çıkageldi. Biri büyük, biri küçük, ufağı büyüğünün çiçekli elbisesinin eteklerine tutunmuş, ikisi de gülümsüyordu. Büyüğü;
Yine düzgün dizememişsiniz .. derken iki çamaşırı düzeltip bir mandal eksiltti aradan. Elinde bir ahşap mandal vardı şimdi. Tebessüm etmeye gayret etti gözlerinin arkasındaki bulutlara rağmen. Sonra elindeki mandalı yüreğinin üstüne iliştirip kucağına aldığı küçük kızın ayaklarını gösterdi. Eğilip öptüm sabah poğacası tazeliğindeki küçük kızın ayaklarını...
Benim ruh ikizim bu iki kız artık bizim bahçemizdeki güllerin arasında, bizlerle yarenlik edecek ve yazacaklar. Birinin adı Selda diğerininki Asya. Her ikisine de benim çok sevdiğim bu Cahit Külebi şiiriyle hoş geldiniz diyorum...

Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köylerde
Şimal rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
İnsanlar gülmesini bilmezdi,
Ben bu yüzden böyle naçar kalmışım
Güldür biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!



Tam Metin
Etiketler: ,

Sessiz düşünmeler

26 Ekim 2009 Pazartesi Gönderen Belgin 10 yorum
Karşımda durmadan konuşuyor, hemde yüksek sesle. Sesi kulaklarımı tırmalıyor. Ben küçükken beni ve ailemi ne kadar çok sevdiğini, bize ne kadar iyilik yaptığını dur durak bilmeden anlatıp duruyor. Sessizce, yüzümde kocaman bir gülümsemeyle onu dinliyorum.

O anlattıkça onunla geçen çocukluğum bir sinema filmi gibi gözlerimde canlanıyor. Benim gördüğüm resimler onun anlattığından çok farklı. Beni ve küçük kardeşimi nasıl acımazsızca dövdüğünü, bizi fakir olduğumuz için küçük görmeleri, bizi oyuna almaması, nerede görürse görsün iteleyip, kakalaması canlanıyor gözümün önünde.

O daha hâlâ ne kadar iyi olduğunu, ne kadar sevecen olduğunu bağıra bağıra anlatıyor. Bir an ona, anlattıklarının doğru olmadığını, benim olayları başka türlü hatırladığımı söylemek geçiyor aklımdan.

Sonra beynimde bir şimşek çakıyor ve anlıyorum onun neden böyle yüksek sesle konuştuğunu. O da biliyor bütün bu anlattıklarının doğru olmadığını. Içindeki doğruları söyleyen içsesini duymamak, onu alt etmek için böyle yüksek sesle konuşuyor.

Doğruları kendine bile itiraf etmemek ve içsesinin söylediklerini duymamak için o kadar büyük çaba sarfediyor ki, ona kızmak yerine acıyorum.


Resim: Pixelio
Tam Metin

KÖTÜLÜK ÇİÇEKLERİ AÇMASIN YETER

Gönderen aysema 14 yorum

Selam Dostlar,

Üç gün sonra Cumhuriyetimizin kuruluşunun 86. yıldönümünü kutlayacağız hep birlikte... Bu salt bir kutlama olmamalıdır. Aynı zamanda durup düşünme zamanıdır da...

Türkiye çok zor günlerin içine itilmeye çalışılıyor. Görünmez eller yapıyor bunu demek de çok doğru değil. Aklı olan ve biraz düşünen herkes görünmez denen ellerin kimlere ait olduğunu, ne yapılmak istendiğini görüyor, anlıyor.

Gören ve anlayanlar olarak Atatürk İlke ve Devrimlerine sarılmaktan başka çaremiz yok. Biz bunlarla ayakta kalabiliriz. Düşünelim mi biraz?

Atatürk sayesinde adımız değişmedi, camilerimiz başımıza yıkılmadı. Biz bu ülkede yirmi beş etnik grupla birlikte yaşıyoruz. Sürdürdüğümüz bu yaşamı fitnelerle yıkmak isteyenlere izin veremeyiz.

Bize yakışan: Çağdaşlaşma, ileri teknoloji, ileri yaşam standartı ve eşitlikçi paylaşımdır.
Bu paylaşımcılık da ülke topraklarının paylaşılması değil, sağlıkta-eğitimde-ekonomide-adalette her kesimin aynı oranda hizmet almasıdır.

Çağdaşlaşma aklın ve bilimin yolunda yürümekle gerçekleşir. Biz bunu istiyoruz.

Bugün "genç fikirli, gerçek fikirli" olanlar, "aydın" niteliği taşıyanlar Atatürk saflarındadır. Bütün yurtta Atatürkçü düşüncenin, Atatürk devrimlerinin savaşını vermektedir. Bu yüzümüzün, yüreğimizin akıdır.

Bu konudaki kararlılığımız sadece Atatürk'e saygımızdan, sevgimizden değil, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak bütün dünya ülkeleri önünde özgür ve bağımsız yaşama isteğimizden kaynaklanmaktadır.

Bugün ulusal benliğimizi bozmak isteyen, ayrımcılık yapan bu eşkiya çeteleri, bazı Atatürk düşmanları, sahte Atatürkçüler ne kadar Atatürk'e dil uzatsalar da ; onun devrimlerini yozlaştırmak isteseler de amaçlarına ulaşamayacaklardır. Çünkü aydınlıklar karanlıkları kesin olarak yener. Atatürk'ün ulusumuza armağan ettiği aydınlıklar yaşıyor, yaşayacaktır...

Atatürk aydınlığında gerçek barışa, birliğe çağırıyorum sizi!
Büyük Türk Ulusunun mutluluğu için uzatın ellerinizi. Kinden, kıskançlıktan, gericilikten, bölücülükten sıyrılın yeter. Ohh! desin ulus,rahat etsin ulus, huzura kavuşsun gönüller.Yarınlara Atatürk'ün yolundan ulaşalım. Savaşınız iyinin savaşı olsun, güzelin, doğrunun, bilginin, sanatın savaşı olsun. Ne varsa doğru olan , güzel olan Atatürk aydınlığındadır. Tüm engeller Atatürk birliği sayesinde aşılır, yeter ki görün.

Kötülük çiçekleri açmasın artık ülkemizde!

Evet Sevgili Dostlar, bu duygu ve düşüncelerle Cumhuriyet Bayramımızı kutluyorum.

Tam Metin
Etiketler:

Saatler geri!

24 Ekim 2009 Cumartesi Gönderen Emrah Ateş 1 yorum

Yaz bitti. Bittiğinide saatlerin geri alınmasından anlıyoruz yine. Bu gece saat 4:00'dan itibaren saatler bir saat geri alınacaktır. Bilginize... İyi bir haftasonu geçirin ve saatinizi sadece geri almış olursunuz umarım. Hayata tam sürat devam ha? Hep öyle kalın...
Tam Metin
Etiketler: ,

Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi

23 Ekim 2009 Cuma Gönderen Emrah Ateş 6 yorum

Ey Türk Gençliği!


Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı!

İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!


Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927
Tam Metin
Etiketler:

Kısa ve Derin I, Alimden Zalim Doğar mı?

22 Ekim 2009 Perşembe Gönderen Zeugma 16 yorum

Yazarın Talebi doğrultusunda yazının tamamı silinmiştir.


Tam Metin
Etiketler:

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER 4

Gönderen Çınar 2 yorum

Ayşe neşeyle koştu karşıdan “ siz mi geldiniz ?” diye kollarını açarak sarıldı, Nazlı’nın boynuna asılarak. Masanın üstündeki okul çantasını gördü aynı anda “ne güzelmişş” dedi eline alıp inceleyerek. “ Bu defterin aynısından vardı geçen sene bende…” sonra gözlerini koca koca açarak ” Aaa siz miydiniz yoksa bize onları getiren, bunlarda mı bizim yoksa..?” dedi, hediyeleri tek tek karıştırırken… Bu sırada Mehmet’le konuşan Ahmet’in dikkatini çekti masanın üstündekiler. Sevinmedi çocuk kızdı hatta. Kaşlarını çattı çardağın en uzak köşesine oturdu başı önde. “ Nasılsın Ahmet, bana hoşgeldin demeyecek misin?” Çocuk yerinden kalktı soğuk bir ifadeyle kadının elini öptü ve yüzünde aynı sert ifadeyle gitti aynı yere oturdu.



“Biraz yürümek istiyorum,sabaha kadar yolculuk yapmaktan ayaklarım şişmiş. Ahmet! benimle gelir misin? Çocuk isteksiz isteksiz,yine kaşları çatık başı önde yerinden kalktı ve Nazlı’yla beraber yürümeye başladı.



“ Hediye almaktan pek hoşlanmıyorsun sanırım” dedi Nazlı, çocuğun tepkisinden çekinerek usulca yumuşacık bir sesle. “ yoo…” dedi Ahmet. “Biliyor musun Ahmet ? Koskoca teyze oldum ama hala, biri bana birşey aldığında çok mutlu oluyorum. Sevincimden zıp zıp zıplarım çocuk gibi bazen, aldığım hediyeyi beğendiğimde” “ Hem sonra sevgimizi göstermenin güzel bir şeklidir hediye vermek. Sence de öyle değil midir?” Hiç sesini çıkarmadı Ahmet ama yüz ifadesi yumuşamıştı, buna sevindi Nazlı…



“Nasıl gidiyor dersler,bu sene liseye başlayacaksın değil mi?” “Anadolu lisesini kazandım dedi çocuk” “ Yaa! Ne güzel, çok sevindim” “Ben aslında fen lisesini kazanmıştım ama şehre gidemem annemi bırakıp, o yüzden burdaki anadolu lisesine gideceğim.” Kadın çok şaşırmıştı, gerçi duyuyordu Hüseyin ağabeylerden çocukların ikisinin de çok çalışkan olduklarını ama yine de bu imkansızlıklar içinde bu kadar başarılı olabileceğini düşünmemişti. “Keşke gitseydin fen lisesine,annen yalnız değil ki, dayısı var ablası var.” “Olmaz, bırakmam annemi.” Dedi çocuk, panikle sanki. “Tamam canım, haklısın…” Üstelemedi zor konuşturduğu çocuğu üzmemek için. Ahmet açılmıştı “ Ben okul birincisi oldum, bu yüzden ücretsiz gittim hazırlık kursuna“ dedi Nazlı’yı hayran bırakarak… Kadın kendi çocukları ders çalışsın başarılı olsun diye, yıllarca adeta onlarla birlikte okuduğunu düşündü … “Ya Ayşe onun durumu nasıl, o da çalışkan mı?” “ O benden akıllı” dedi çocuk, kardeşiyle gurur duyduğunu belli eden bir ifadeyle… “ Ne okumak istiyorsun üniversitede Ahmet?” “Öğretmen olmak istiyorum” dedi tereddütsüz. “Neden? çok mu seviyorsun öğretmenliği, mesela doktor olmak istemez misin?” Doktorluk çok uzun yıllar okumak ister, benim o kadar zamanım yok. Okulu bitirip hemen işe başlamam gerek.” Ahmet’in her konuşması biraz daha hayrete düşürüyordu kadını. Çocuk biran evvel para kazanmak istiyordu ailesi için. Bu yaşta büyük bir insanın sorumluluğunu taşıyordu omuzlarında… Uzun uzun sohbet ettiler yol boyunca. Dönüşte hem konuşuyor hem gülüşüyorlardı neşeyle.



Eve döndüklerinde Ahmet, masanın üstünden kendine ait hediyeleri aldı, teşekkür ederek evlerine gitti.



Birkaç saat sonra Nazlı ve eşi gitmek için arabalarına binmeye hazırlanırken, Ahmet’in koşarak kendilerine doğru geldiğini gördüler. Elinde evlerin yan tarafında boydan boya uzanan portakal bahçelerinin kenarında açan, mor ve sarı kır çiçeklerinden bir demet vardı. “Bunları senin için topladım” dedi Nazlıya çiçekleri uzatırken. Nazlı, Ahmet’e sarılırken gözyaşlarını saklayamadı bu kırda açan nadide çiçekten… “Söz ver bana, Ankara’da bir üniversite kazanırsan bizim yanımızda kalacaksın. Bundan, ben de Mehmet amcan da çok mutlu olacağız” “Tamam” dedi çocuk gülümseyerek…



……….



Bir gün; Beş altı yaşlarında sarışın eli yüzü kir içinde gözleri ışıl ışıl bir oğlan çocuğunu elinden tutmuş,eve doğru gelirken gördü kadın kocasını. Ne yapacağını bilemeden öylece kalakaldı bir süre,sonra “Hoşgeldin” dedi. İçeri girdiler. ”Çocuğu yıkayıver çok kirli” dedi adam utanarak ama itiraz da kabul etmeyeceğini belirten bir ses tonuyla… İtiraz etmedi. ”Niye geldin?” demedi. “Bu çocuk kim?” de demedi, küskün çaresiz kadın. Hayır demeyi bilmiyordu, aklına bile gelmedi. Hep boyun eğmesi, itaat etmesi öğretilmişti, önce babasına ağabeyine tüm akraba erkeklere ve en çok ta kocasına… Aldı banyoya götürdü bir güzel yıkadı çocuğu, çocuklarının küçülmüş eski giysilerinden giydirdi, karnını doyurdu, uyuttu…



Birlikte yaşadığı kadın, çocuğunu da bırakıp iki üç satırlık bir not yazarak, terk etmişti adamı bir başka adamla…



En çok Ahmet’i ikna etmek için zorlandı kadın; “Ayşe nasıl kardeşinse, bu da öyle… Ne suçu var garibin..? Bırakıp gitmiş işte anası, biz de mi sokağa atalım..?. Nasıl da abi diye etrafında dönüyor görmüyor musun, Abisi..?” Çok isyan etti Ahmet… Sonunda, bu küçücük, kendilerine hiç te benzemeyen sarışın renkli gözlü çocuğa içi ısındı, dışı sert yüreği sevgiye aç bu küçük adamın. Bu kardeşini de bağrına bastı Ayşe gibi…



Kadının içinde ne fırtınalar koptu kimse bilmedi… “Kocam“ dedi . ”Çocuklarımın babası” dedi. “Ee bir de iş buldu,kimseye muhtaç olmayacağız. Ne yapayım? Olsun, başımızda dursun da…” dedi.

SON




Tam Metin
Etiketler: ,

Kısa ve Derin Başlangıç

Gönderen Yazmak Keyiftir 6 yorum


Sevgili Dostlar ve Yazarlarımız !
Uzun süreden bu yana aklımda olan Kısa ve Derin başlığını Zeugma arkadaşımıza teklif etmiştim. O da sağolsun bizi kırmayarak teklifimizi kabul etti ve bizlerle birlikte yazar takımımızda Kısa Ve Derin başlığı altında yazmaya başlıyor sayfalarımızda.
Kısa ve Derin aslında hepimize ait bir başlık. Zeugma' nın seçeceği her hangi bir konuda kendisi bir cümle veya bir paragrafla başlangıç yapacak. Biz yazarlar ve okuyucularımızdan gelen tamamlayıcı metinlerle bu konuyu irdelemeye ya da bir sonuca götürmeye çalışacağız. Katılım yorumlarımızla olacak. Tamamlayıcı özellikteki tüm yorumları metin içine alarak organik ve dinamik bir makale oluşturma gayreti içinde olacağız. Belki de hiç bitmeyen, sürekli gelişen fikir yazıları oluşturacağız imece usulü.
Bu eski Anadolu usülü ümit ederim hayırlı olur ve herkese yeni ufuklar açar...
Sevgili Zeugma' ya aramıza hoş geldin derken bizimle yazmasından mutluluk duyduğumuzu hep bir ağızdan söylüyoruz..

Sevgiyle Kalınız ve Tanrı Hepimizi Sevgi Fakirliğinden Korusun.


Tam Metin
Etiketler: ,

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER 3

20 Ekim 2009 Salı Gönderen Çınar 6 yorum
Nazlı Hanım ve eşi Mehmet Bey, her sene eylül sonuna doğru hala havası sıcak olan ve bu mevsimde denizinin harika olduğu bildikleri bu kasabaya gelirlerdi, bir hafta on günlüğüne. Kaldıkları otele yerleşmeden önce yine her sene olduğu gibi bu sene de, kasabada oturan, Nazlı’nın uzaktan akrabası Fatma ablalara uğradılar.

Telefon ederek geleceklerini haber vermişlerdi. Fatma Ablanın eşi Hüseyin Ağabey karşıladı onları,her zamanki sıcak neşeli tavrıyla… Bahçedeki ocakta; sacın üstünde, içine bahçeden toplanmış semizotu konularak yapılan gözlemeler pişirilmeye başlanmıştı bile. Ocağın kenarında; büyük zeytinyağı tenekesinin ağzı kesilip, bir yanına da hava alması için küçük bir pencere açılmış, iç yüzü, sıcağı muhafaza etmesi için camurla sıvanmış, içine ocaktan alınan kor halinde odun parçacıkları doldurulmuş, bir nevi semaverin üstünde çay kaynıyordu. “Ne zaman uyandın da bunları hazırladın Fatma Abla” dedi Nazlı. “Sen geleceğim dersin de ben uyuyabilir miyim ciğerim?” dedi kadın ellerini önlüğüne silerek, misafirlerini karşılamak için yerinden kalkarken. Bir taraftan da içeriye, gelinine seslendi “Gülcan! Hadi kuzum, masayı hazırla misafirlerimiz geldi” “ Bu kadar zahmete ne gerek vardı Fatma Abla?” “ Ne zahmeti ciğerim, burda koca ev boş dururken otele motele gitmenize çok kızıyorum, bari bu kadarcık birşey yapayım bırak ta” “Peki peki kızma” dedi Nazlı ve kadını yanağından öptü neşeyle “ Ben de kurt gibi acıktım zaten, ne ikram edersen yiyeceğim.
“ Evin gelini “hoşgeldiniz” dedikten sonra bahçedeki sedirin önündeki masaya kahvaltı hazırlamaya başladı. “Hımm, ne güzel olmuş semizotuyla gözleme” dedi Mehmet. Masanın hazırlanmasını beklemeden ayak üstü atıştırmaya başlamıştı. “ Ye kuzumm ye “ dedi kadın “ama onunla doyurma karnını, bak bunlar da var.” Sacın üstünde yaptığı diğer hamurişi çeşitlerini gösterdi elindeki oklavayı uzatarak…
Bu insanları çok seviyordu Nazlı da Mehmet’te. Çalışkan candan sevgi doluydu karı koca. İki katlı ve bakımlı evin üst katında oğulları ve eşi,alt katta kendileri oturuyordu. Evin dört bir yanını çevreleyen geniş bahçede, incir portakal limon şeftali ve daha başka meyve ağaçlarının yanısıra, domates biber patlıcan gibi sebzeler ekiliydi. Arka tarafta karpuz kavun bile vardı, üstlerinde koca koca olmuş meyveleriyle…
Evin balkonundan, birkaç basamakla inilen bahçenin ön tarafında; gövdeleri ağaç gövdesi kadar kalınlaşmış iki asmanın kapattığı geniş çardağın altında, kahvaltılarını yaptılar hep beraber neşeyle. Tepelerinden, herbiri nerdeyse iki kilo gelen iri taneli yöreye özgü üzüm salkımları sarkıyordu.
“Yeğeninin kocası geldi mi, Hüseyin abi? “ diye sordu Nazlı… Gelmemişti, hiç aramamıştı da… Kadıncağız bu yaz yine, üç beş kuruş kazanabilmek için akrabalarının bahçesinde incir toplamaya gittiğinde,ağaçtan düşmüştü. Eli kayarak ağacın altındaki kayaların üzerine düşmüş hem kolunu hem kalça kemiğini kırmıştı, bir aydır yatıyordu. Hiçbir sağlık güvencesi olmadığı için, ona göre oldukça yüklü gelen hastane masraflarını Akrabalar karşılamışlardı. “Neyse ki yaz tatili de, Ahmet bir lokantada iş buldu. Bulaşıkçılık yapıyor. Ayşe’de evde annesine her konuda yardımcı. Koca evi çekip çeviriyor küçücük kız ama iki gün sonra okullar açılıyor. İkisi de okula gidecek, o zaman ne olacak bilmiyoruz. Ablası da çok ilgilenmiyor kadıncağızla”dedi adam…
“Abi, çocuklara aldıklarımızı çıkaralım arabadan, birazdan gelirler, bizim getirdiğimizi görmesin Ahmet… Her sene gelirken Ayşe ve Ahmet’in okul ihtiyaçlarını alır,Hüseyin Ağabeye verirler,anneleri için de bir miktar para bırakırlardı. Ahmet’in hassasiyetini bildikleri için bunu gizlice yapıyorlardı…

Tam aldıklarını çıkarmışlardı ki Amet’le Ayşe'nin geldiğini gördüler karşıdan…

Devamı var…



Tam Metin
Etiketler: ,

Dünyanın bilinen ilk şiiri

19 Ekim 2009 Pazartesi Gönderen Emrah Ateş 2 yorum

Dünyanın (bilinen) ilk aşk şiiri, İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenen,1889′da Bağdat’ın 150km uzağındaki Sümer kenti Nippur’da bulunmuş 4 bin yıllık bir tablet üzerindeki şiirdir. ABD’li Sümerolog Samuel Noah Kramer’in çevirdiği tableti, Türkiyenin ilk Sümeroloğu Muazzez İlmiye Çığ Türkçeye çevirmiştir.


Sümer inancına göre, toprağın bereketini ve verimli olmasını sağlamak amacıyla, Kral’ın yılda bir kez Bereket ve Aşk Tanrıçası Ellil yerine bir rahibe ile evlenmesi kutsal bir görevdi. Bu şiir Kral Şusin için seçilmiş bir gelin tarafından yeni yıl bayramını kutlama töreninde söylenmek üzere kaleme alınmıştı ve ziyafetlerde, şölenlerde müzik, şarkı, dans eşliğinde söyleniyordu.


işte o şiir


Damadım, kalbimin sevgilisi.

Güzelliğin büyüktür baldan tatlı.

Aslan, kalbimin kıymetlisi

Güzelliğin büyüktür baldan tatlı.

Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır.

Yatak odasında bal doludur.

Güzelliğinle zevklenelim.

Aslan seni okşayayım.

Benim değerli okşayışlarım baldan tatlıdır.

Damadım benden zevk aldın.

Annem söyle sana güzel şeyler verecektir.

Babam, sana hediyeler verecektir.

Sen beni sevdiğin için.

Lütfet bana okşayışlarını.

Benim Tanrım, benim koruyucum.

Tanrı Ellil’in kalbini memnun eden Şusin’im.

Lütfet bana okşayışlarını…
Tam Metin
Etiketler: ,

BİR BARDAK SÜTÜN HATIRI!....

Gönderen icimdeki yolculuk 5 yorum



Howard ,yoksul bir ailenin çocuguydu ve okul giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşarak eşyalar satıyordu.


o gün hiç birşey satamamıştı.karnıda çok açtı. bundan sonra çalacağı ilk kapıdan yiyecek birşeyler istemeye karar verdi.kapıyı açan sevimli bir bayan görünce utandı.yiyecek birşeyler yerine ''afedersiniz, bir bardak su rica edebilirmiyim?''diyebildi yalnızca.

genç bayan çocuğun aç olabileceğini düşünerek kocaman bir bardak süt getirdi..

çocuk sütü yavaş yavaş içine sindirerek içtikten sonra ''çok teşekkür ederim ,borcum ne kadar?'' diye sordu genç bayana.

genç bayan ,''borcunuz yok'' diyerek yüzünde sıcak bir gülümsemeyle devam etti
'' annem gösterdiğimiz şevkat ve nezaket karşılığı olarak asla bir bedel ödenmesini beklemememizi öğretti bize.'' dedi.

çocuk ''o halde çok teşekkürler ,yürekten teşekkür ederim size,'' dedi.

howard evin önünden ayrıldığı zaman kendisini yalnızca bedensel olarak değil ,ruhsal olarakda çok iyi hissediyordu.

yıllar sonra genç bayan çok ender rastlanan bir hastalığa yakalanmıştı.yöredeki doktorlar çaresiz kalınca,hastalığı ile araştırmalar yapılması için onu büyük kente gönderdiler.

dr.howard konsültasyon yapması için çağrıldığı hastanın hangi kasabadan geldiğini duyunca heyecanlandı.

artık genç olmasa da yıllar önce kendisine sevgiyle yaklaşan bayanı ilk gördüğü anda tanımıştı ve onun yaşamını kurtarmak için elinden geleni yaptı.

uzun süren tedaviden sonra bayan sağlığına kavuştu.

dr.howard denetlemesi için önüne getirilen faturaya şöyle bir baktı ve üstüne bir şeyler yazarak zarfın içine koyup hasta bayanın odasına gönderdi.

kadın elleri titreyerek aldı zarfı eline.açmaya korkuyordu....

hastane faturasını asla ödeyemeyeceğini ve geri kalan yaşamı boyunca bu faturayı ödemek için çalışacağını biliyordu....

sonunda zarfı açtı ve faturaya iliştirilmiş bir not dikkatini çekti.

''hastane giderlerin tamamı bir bardak süt karşılığı ödenmiştir.''

Tam Metin
Etiketler: ,

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER 2

16 Ekim 2009 Cuma Gönderen Çınar 4 yorum
Deniz kıyısında bir kayanın üstünde gözleri taa uzaklarda bir noktaya takılı, kımıldamadan oturuken buldu annesi Ahmet’i. Sessizce yanıbaşına oturdu oğlunun ve saçlarını okşamaya başladı. Yine kımıldamadı, hiç tepki vermedi Ahmet, ağzını açsa, yaşlar boşalacaktı gözlerinden. Sevmiyordu ağlamayı, belki de utanıyordu.Erkek adam ağlar mı demişlerdi hep küçüklüğünden beri. Yere düşüp dizi kanasa, “sus!” demişlerdi “koca adam oldun, hiç yakışır mı ağlamak?” Ani bir karar vermiş gibi Annesine döndü hızla, göz pınarlarındaki yaşları akıtmamak için gözlerini kırpmadan, “bir daha onu görmek istemiyorum anne” “ama” dedi kadın boğazına tıkanan yumruktan kurtulmak için yutkunarak “o senin baban oğlum. Yapma günah!” “Benim babam yok. Bir daha onu görmek istemiyorum” dedi tek tek kelimelerin üstüne basarak, kendinden ne kadar emin olduğunu annesine kanıtlamak istercesine. Sustu kadın. Gözyaşlarını, oğlu görmesin diye öteki tarafa dönüp, hafifçe yazmasının ucuyla sildi…
Güneş muhteşem bir manzarayla batıyordu ufukta. Gökyüzü renkten renge giren bir yangın yeri gibiydi sanki. Biraz önce kıpkırmızı iken bir dakika sonra sarı turuncu gri halkalar oluşuturuyordu, ateş topu gibi, denize ha düştü ha düşecek hissi veren güneşin etrafında ve deniz gökyüzünün tüm rengini sergilerken üstünde, dalgalar çapkın kıpırtılarla dansediyordu.

Sessizce, birbirlerini daha fazla üzmemek için, gözyaşlarını içlerine akıtarak gün batımını izlediler ne kadar oturduklarının farkına varmadan… Ayşe’nin; cıvıl cıvıl, biraz önce babasına sarılıp hasret gidermiş olmasının verdiği doyum ve neşeyle, seslendiğini duydular. ” Siz ne yapıyorsunuz orda?” “Denizi seyrediyoruz” dedi zoraki bir gülümsemeyle,ikisi de aynı anda. “Abi! Hadi taş kaydıralım denizin üstünde” dedi küçük kız ağabeyinin elinden tutup kaldırmaya çalışarak. “Göremeyiz taşı, bak hava kararıyor” derken Ahmet, Ayşe çoktan başlamıştı bile yerden bulduğu yassı düzgün taşları denize atmaya… ” Öyle değil, bak böyle yapacaksın.” Yerden aldığı yassı taşı denize paralel gitmesini sağlayacak bir açıyla fırlattı Ahmet. “Üç kez sektirdin. Ben niye yapamıyorum?” diye dudaklarını sarkıtarak, nazlı nazlı mızırdandı ağabeyine.” Söz! Yarın gelelim,sana öğreteceğim nasıl atacağını…” Şevkatle kardeşinin omuzuna attı kolunu,Ayşe de onun beline sarıldı sıkı sıkı. Anneleri arkada çocuklar önde evlerine dönerken, fırtına sonrası gibi yorgun durgun sakindi üçü de…

“Annem” dedi içinden ahmet ta yürekten, “Allah’ım iyi ki Annem var. Onu bir daha üzmeyeceğim söz veriyorum. Annemden ayırma bizi yalvarırım”

Çocuklar vardır; el bebek gül bebek,sevgiyle çevrelenmiş dört yanı. Çocuklar vardır; bir sıfır yeniktir taa başından. Hayata gözlerini açtıklarında başlar mücadeleleri; ayakta kalmak, yaşamak, sadece karınlarını doyurabilmek için.

Devamı Var…



Tam Metin
Etiketler: ,

Dağlarca- Bir dönüm- Bir şiir- Bir anı

15 Ekim 2009 Perşembe Gönderen Emrah Ateş 5 yorum
Birgün arkadaşımla karşılıklı oturmuş entel muhabbetler yapıyorum. Hani yazıyorum ya paso o yüzden entelim. Bir de sağolsun arada şair der. Neyse soruverdi birden;
Yahu sen nasıl birini seversin ?
O zamanlar cebimde taşıdığım ufak bir kağıt parçası vardı. Artık yapmıyorum böyle şeyler nedense.. Şiir vardı cebimde. Dağlarca'dan. Çıkardım al dedim oku;
Yüreği taştan bile olsa kızın
Ben sevdim mi
Çabucak buluşuruz
O taş çağında...
Dedim işte böyle...
Bugün Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın 1. ölüm yıldönümü. Yusuf Hayaloğlu diyordu ya, bütün güzel insanlar ölüyor birer birer diye, hakkatende öyle... Saygıyla anıyoruz...
not: İki blogda da aynı yazıyı yazmak istemezdim ama bazen kelimeler kifayetsiz kalıyor işte. Burada da paylaşmadan edemedim. Affola...


Tam Metin
Etiketler: , ,

Şiirimizdeki bok ve şiirimizdeki skype

14 Ekim 2009 Çarşamba Gönderen Emrah Ateş 6 yorum

Nisan ayı. Kitaplık dergisinin 31. Sayfası. Edebiyat dergileri biriktireniniz varsa açın tekrar bakın. Yada hatırlarsınız Güntan mevzusu dediğimde. Nedir bu güntan mevzusu ? Hatırlatayım ;

Malum nisan ayı kitaplık dergisinde Ahmet Güntan’ın yayınlanan bir şirii. Ortadoğuda bok. Şiirden bir dize aşağıda.

Nimetten arta kalandır – yeşil / katı – sarı / yumuşak – kahverengi / uzun – su gibi olan, pis kokar – ince uzun / yeşil – suda kopmadan çıkar – kısa kalın – uzun kalın – bazen çıkmaz, direnir – posalı yersen kıvrılarak çıkar /– sulu yersen yumuşak –”

Nasıl? Mide bulandırıcı di mi ?

Ortadoğuda ki bok derken resmen ironi kullanılmayıp direk bok anlatılmıştı veOnur Caymaz ile daha sonra Ahmet Hakan’ın olaya el atmasıyla bu mevzu bir süre uzayıp gitmişti. Hatta Ahmet Güntan’ın yakını olan diğer şair ablamız(!) Lale Müldür Onur Caymaz’a cevaben yazılar yazmıştı. Neyse geçelim bu bok’dan mevzuyu...

Varlık dergisi Eylül sayısı. Sayfa 65. Lale Müldür ile Seyhan Özdamar’ın ‘’ skype’tan beni ara ve yalnızlık gelir öyle isimli şiiri. Başlıktan bir gariplik sevmiş olmalısınız. Ama bir de şiirin içeriğini görene dek bekleyin.

Dikkat et erkekler araba gibidir...
Gibiyse Kadınlar kaskodur onlara
B l a c k s t e l l a a!
Sakın çarpma

Kara kara yıldızlara mı d i k k a t e t
E r k e k le r a r a b a g i b i d i r...
Skype’tan beni ara

D i k k a t e t e r k e k l e r a r a b a k u l l a n m a y ı b i l m e z ...
Skype’tan tan vakti beni ara
Kadınlar hiç bilmez...
Skype’tan beni ara

Erkekler kadınlar birbirini bilmez
Telesekreter çıkarsa not bırak
Dııı dıııı dıııı diii diii diii
( direksiyonun ardında bir kadın
yaklaşırsa bana kaçacak delik ararım )


telesekreter çıkarsa not bırak
B l a c k s t e l l a a!
Birazdan kavşağı döneceksin
Karşında bir kadın olacak ha ha haaa
Ha ha ha haaaaaaaa be hi hi hi
İ
İ
İ
iiiiiiiiiiiiiiiii
İ
İ

Dikkat er telesekreter çıkarsa not bırak ve msn’i kapa
Ya da bilgisayarıma dön ve yeni bir metin hazırla
Denizlere açılmayı düşlerken dalga işte bilgisayarla

not: şiirin arasındaki harf boşukları vede dizilimlerine kadar hiçbir yanlış yoktur. nasıl yazdıysam dergidede öyle.

Şiirden birşey anlayanınız var ise lütfen bana yazsın. Ben ne amaçla yazıldığını anlamadım çünkü. Yazmıyorda yani.

O ki Lale Müldür şair(!) ( Liseyi Robert Kolej’de bitirdi. Şiir bursu alarak İtalya'ya Floransa’ya gitti. Türkiye’ye dönüşünde birer yıl Ort Doğu Teknik Üniversitesi Elektronik ve Ekonomi bölümlerine devam etti. 1977’de İngiltere’ye giderek Manchester Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden lisansını, Essex Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümü’nden master derecesini aldı. 1983'te Belçikalı ressam Patrick Jacquart ile evlenerek Brüksel'e gitti. 1983-1986 arasında burada yaşadı. 1986'da yurda döndü. )

O ki Varlık en iddialı edebiyat dergilerinden(!)

Ki varlığa sırf yayınlasın diye 3 ay önce bir sürü şiir gönderdim yayınlamadılar. Belki ben beceremiyorumdur artık bu işi der iken bu şiir sinirlerimi ister istemez hoplattı. Kıskançlık değil benim ki ? Güzel olsa amenna. Böyle büyük bir şairin böyle bir şey yazması başlı başına bir fiyasko bence. Şimdi bu şiiri alırlar ’’ yeni nesil şiir- çağdaş şiir- cart şiir- curt şiir’’ diye kategorize edip su üstüne çıkarlar. Msn’den titret beni diye bir şiir mi yazmalıydım acep ?

Bu da varlığa gönderdiğim benim bir şiirim. Karar sizin ?

Büyümeye yüz tutmuş ben

iklimsiz çorak bir yerde kurak
elindeki çiçeği dikersem belki açar
belki'nin anlamını henüz kavrayamamıştım tabi o zamanlar

o tenha köşebaşlarının
sofrabaşı kuru ekmeğe talim sevdaları
biraz savaşarak
biraz kırılarak ve
biraz sevişerek

bilhassa bütün çaba,
umudu ayakta tutma çabası
yıkılmaması için dikilen tuğlalar
dökülen betonlar
örülen duvarlar

ve örümcek ağında kalmış
günahtır diye dokunamadığım bir sevda
hiç ulaşamadım hiç bulaşamadım ben günaha
evet ben günahsız
sevdasız büyüdüm...


Saygılar...

Tam Metin
Etiketler: , , ,

Istanbul

Gönderen Belgin 12 yorum

Şu Blog alemi ne acaip bir dünya….
Burada yeni insanlarla tanışıyorsun, yeni hayatlara, yaşamlara açtıkları pencerelerden bakma şansını yakalıyorsun, eğer kendi blogun varsa sen onlara yeni pencereler açabiliyorsun.

Burada çok güzel insanlarla tanıştım, onları önce yüreklerinden akan yazılarıyla tanıdım ve çok sevdim. 3. Ekimde Ìstanbul´a gittiğimdeyse yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Evet hepsi düşündüğüm, hayal ettiğim gibiydiler. Beni sıcacık sardılar, sarmaladılar. Mayamın, Efsamın yakınlığı, sıcak dostlukları aklımın kuytu bir köşesinde saklanan son endişe kırıntılarınıda yok etti.

Sanal dünya denen bu dünyada gerçek ve yürekten gelen dostlukların oluşabileceğinin ispatıydı işte bu buluşma. Beklentisiz, kasıntısız, yapmacıksız, birbirimize olduğumuz gibi davrandığımız, sıcacık bir buluşmaydı. O an hissettiklerimi Mayam bu yazısında ne güzel anlatmış (kelimelerle dans etmekte ben ne yazık ki onun kadar başarılı değilim).

Ama anlatmaya baştan başlasam iyi olacak galiba:)
3. Ekim, Cumartesi, Saat 06:00: Gözlerimi açıyorum ve saate bakıyorum, uff kalkmak için daha çok erken. Neyse yatakta biraz döndükten sonra anlıyorum ki, artık uykum kaçmış. Kalkıyorum ve ilaçlarımı alıp, balkona sigara içmeye çıkıyorum. Aklım daha toplanılacak eşyalarda, hazırlanacak bavulda. Başlıyorum eşyalarımı toplamaya, uyuyan ev halkını rahatsız etmeden toplaya bildiklerimi topluyor, hole yığıyorum. Çayımı içip bilgisayarın başına geçiyorum, blogları dolaşıp, maillerime bakıyorum. Duşumu alıp, saçlarımı fönlüyorum.

Saat 07:15: Sabrım tükenmiş ve heyecandan kalbim güp güp atıyor, bir an evvel bavulumu da hazırlayıp, her şeyi hazır etmem gerek. Gidip eşimi kaldırıyorum, daha çok erken diye mızmızlanmasını dinlemeyip, onu banyoya kovalıyorum. O homurdanarak banyonun yolunu tutunca, yatak odasını ele geçiriyorum. Yatağı düzeltip, başlıyorum götüreceklerimi dürüp, yatağın üstüne yığmaya. Bavullarım hazır olunca içim rahatlıyor. Bu arada bizim ufak cadı uyanıyor, biraz onunla onun yatağında, yatak keyfi yapıyoruz. Sonra banyosunu bitiren babamızı taze ekmek almaya gönderiyoruz. Hazır babamız gitmişken, küçük cadıya banyo yaptırıyorum, sıpa o kadar kıpırdak ki, benide baştan başa ıslatıyor, böylece ikinci duşumuda almış oluyorum.

Babamız gelince hep birlikte kahvaltımızı yapıyoruz ve mutfağı toplamayı, bulaşıkları makineye koyma işini babamızın üzerine yıkıp, küçük cadıyla süs yapmaya gidiyoruz.

Saat 10:30 da hava limanına gitmek için yola çıkıyoruz. Hava limanına varınca, bavullarımı veriyorum. Bizimkilerle vedalaşıp, pasaport kontrolünden geçip, bekleme salonuna gidiyorum. Daha uçağın kalkmasına çok var, kendime bir kahve alıp, kitap okuyorum. Uçağa binme saati gelince, uçağa binip yerime yerleşiyorum. Uçak 35 dakika geç kalkıyor, ben yine kitap okuyorum, elimdeki kitap bitince, ikincisine başlıyorum (ee tedbirli kadınım ben:))

Ìstanbul´a iniyoruz, pasaport kontrolünden çıkıp, bavullarımı alıp hava limanından dışarıya çıkıyorum. Beni almaya gelecek olan, Dünya Göz Hastanesinin arabasını, bana verilen talimata göre, hava limanının önünde beklemeye başlıyorum. Bir saatten fazla oralarda gezindikten sonra arabayı göremeyince Nur ablamı arayıp, taksiyle Otele gitmeye karar verdiğimi bildiriyorum. Neyse taksiyle yoldayken, Mayadan telefon geliyor, nerede olduğumu, Otele ulaşıp ulaşmadığımı soruyor, ona yolda olduğumu, yakında Otelde olacağımı söylüyorum.
Otele varır varmaz, işlemlerimi halledip, odama yerleşiyorum. Otelin önündeki masalardan birine oturup, başlıyorum beklemeye, heyecan son dorukta. Gelen geçenleri gözetlemeye başlıyorum. Neyse bir zaman sonra köşeden iki güzel hanım, Mayayla, Efsa görünüyorlar, ben onları hiç görmemiş olsam da (Mayamı resimlerinden tanıyordum) yüzlerindeki ışıktan tanıyorum. Sarılıp selamlaşıyoruz ve demli çay eşliğinde kasıntısız, sıcacık koyu bir sohbete dalıyoruz. Mayamın: “Hadi acıkmışsınızdır, sizi yemeğe götüreyim.” teklifiyle, Ìstiklâl caddesine doğru yola koyuluyoruz. Efsayla ikimiz Ìstanbul´un yabancısı olduğumuz için, Mayanın gözü üzerimizden hiç eksik olmuyor.

Neyse bir Restorana giriyoruz, yer olmadığı için biraz bekliyoruz, yer boşalınca, yerlerimize yerleşip, yemeklerimizi sipariş ediyoruz. Yemekler ne hikmetse bir türlü gelmek bilmiyor, bizde beklerken sohbeti iyice koyulaştırıyoruz. Efsa, arkadaşlarının onu saat 11 e doğru alacaklarını söyleyince, Otele dönüp orada beklemeye karar veriyoruz. Otele varınca Mayanın o gece bende kalması için işlemleri halledip, Efsanın arkadaşlarını beklemeye başlıyoruz. Efsanın arkadaşları ne hikmetse, ana cadde üzerinde olan Oteli bir türlü bulup gelemiyorlar. Bu arada Ìstiklâl caddesinde bizi bekleyen Mayanın diğer arkadaşı beklerken ağaç oluyor tabii ki. Neyse biraz gel gitten sonra Efsayla vedalaşıp onu arkadaşlarına teslim edip, Ìstiklâl caddesinde bizi bekleyen, beklerken neredeyse çiçek açan arkadaşımızıda alıp, bir yerlerde oturup sohbet etmeye gidiyoruz. Mayamın arkadaşı çok hoş bir insan, sıcak kanlı ve sevecen.

Bizler içeceklerimizin ve bol kahkahalı sohbetin eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Otele dönmek için kalkmaya karar verdiğimizde ise saatler gecenin 04:30 nu gösteriyor. Birazda Otelin önünde sohbet ediyoruz ve Maya arkadaşını durağa bırakmak için gidince, bende odama çıkıyorum. Yattığımızdaysa saat tam 06:15 ti ve ben böylece çok hoş ve bol kahkahalı bir 24 saat geçirmiş oldum.
O gecemi tatlandıran Mayama, Efsama ve adı bende saklı, hoşsohbet arkadaşa nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Teşekkür kelimesi onların bana verdikleri mutluluğun yanında o kadar yetersiz kalıyor ki. Sadece bu üç güzel insanı çok ama çok sevdiğimi söylemek istiyorum.
Devam edecek:)

Tam Metin
Etiketler: ,

KIRDA AÇAN ÇİÇEKLER

Gönderen Çınar 18 yorum

Gözlerinden ateş saçarak hışımla annesinin yanına geldi “Anne! Hüseyin dayım babama küfretti” dedi Ahmet. Kadın bahçede, yere serdiği örtünün üzerinde zeytin kırıyordu ablasına yardım için. Geniş leğenin içindeki zeytinlerden bir avuç alıp, önündeki kalın tahtanın üstüne diziyor, elindeki taşla hafifçe zeytinlere bir bir vurarak çıtlatıp, yanındaki seleye koyuyordu. Oğlunun ağlamaklı, bir o kadar da öfkeli sesiyle irkildi. “Ne dedi ki?”

“Çalışmaya gitmemiş Babam, bizi terketmiş. Hani çalışıp para kazanmaya gitmişti bizim için. Yalan mı söyledin..? ” Kadın ne söyleyeceğini şaşırdı. Ellerini eteğine silerek kalktı, oğlunun elinden tutup bahçedeki sedire oturttu. “Geçen sene geldi ya,niye terketsin ki bizi? Çok uzakta çalışıyor gelemiyor sık sık. Seni nasıl sevmişti kucağına oturtup hatırlamıyor musun? “Ama daha sonra gelmedi, hiç aramadı da.” dedi çocuk yine öfkeli. “Aradı aramaz mı? Daha geçen gün aradı dayın gilin telefonundan,siz uyuyordunuz haberiniz yok,ben konuştum…” Yalan söylüyordu kadın. Kocası geçen yaz gelmiş bir iki saat zor durmuş ve yine binbir bahaneyle kaçar gibi gitmişti. Bir daha da aramamıştı… İkna olmuş gibiydi çocuk, göz pınarlarındaki yaşı sildi elinin tersiyle… “Hadi” dedi kadın “git kardeşini çağır yemeğinizi yeyin.”

Karşı evde oturan, kadının dayısı, o gün evde pişen yemekten vermişti bir tabak. Onunla birlikte dünden kalan bulgur pilavıyla, önceden ıslatıp yumuşattığı yufka ekmeğini koydu kadın yer sofrasına. Kızının ve oğlunun bir öğün daha karınlarını doyurdu böylece…

Hiçbir geliri olmayan kadıncağız,ablasının evinin alt katında, iki göz küçücük yerde oturuyordu çocuklarıyla. Köydeki akrabalarının bağlarında ve portakal bahçelerinde ırgatlık yaparak üç beş kuruş kazanıyor, ama bu da her zaman denk gelmiyordu. İmkansızlıklar içinde çocuklarına bakmaya, onların okul giderlerini karşılamaya çalışıyordu…

Kızı yeni doğmuştu, adam çalışma bahanesiyle evinden ilk ayrıldığında… İki üç yılda bir gelip, birkaç gün kalıyor sonra yine yok oluyordu ortadan. Ne arayıp soruyor ne de para yolluyordu ailesine.Hangi şehirde çalıştığını bile bilmiyordu, karısı da akrabaları da. İş makinesi kullanıyorum demişti sadece… Akrabalar bir araya geldiğinde, birçok senaryo üretiyorlar; kimisi, kaçakçılığa karıştığı için mafyanın peşinde olabileceğini, kimisi, başka bir şehirde başka bir kadınla yaşadığını, hatta çocuğu bile olabileceğini düşünüyordu. kimisi ise, vicdansız vurdum duymaz babasının kopyesi olduğunu, sorumluluklarından kaçtığını düşünüyordu. Kimse, aslında ne yaptığını ve evini çocuklarını, böyle yıllarca neden ihmal ettiğini bilmiyordu.Eğitimsiz cahil çaresiz kadın, iki yavrusunun başında bekliyordu kocası bir gün dönüp gelecek diye.

İki yıl sonra bir kez daha geldi babası Ahmet’in. Hiç birşey olmamış gibi, geldi oturdu sedire. Karısı kırgın kızgın ama çaresiz “hoşgeldin” dedi kocasına. Mesafeli, uzaktan bir akraba misafirliğe gelmiş gibi, bir kahve içimi. “Aç mısın, yemek hazırlayayım mı?” dedi yüzü yerde. “Aç değilim, çocukları göreceğim. Arkadaşlar bekliyor gitmem gerek…” Kadın dışarı çıkıp,komşunun kızıyla oynayan kızına seslendi “Ayşee! Gel baban geldi.” Ayşe, sanki her akşam babası eve geliyormuş gibi doğal bir neşeyle koştu geldi, Babasının elini öpüp yanına oturdu iyice sokularak. “Çok büyümüşsün” dedi babası “kaça geçtin?” Koca dişlerini göstererek sırıttı Ayşe ” 6. sınıfa geçtim” “Derslerin iyi mi?” “Hepsi 5, takdir aldım” dedi küçük kız.

Kapının eşiğinde, yumruklarını sıkmış kaşları çatık öfkeyle babasına bakıyordu,artık bir delikanlı olan Ahmet “ Neden geldin?” Gülümsemesi suratında dondu kaldı adamın. “Ne biçim konuşuyorsun babanla” diyerek Ahmet’in sırtına vurdu hafifçe annesi. “ Yanıma gel seni çok özledim.” dedi adam, gördüğü tepkiyi hafife almaya çalışarak… “ Ben seni hiç özlemedim,çık git evimizden.” İyice sıkmıştı yumruklarını ve bir süre babasının gözlerinin içine bakarak öylece kaldı… Delikanlılığa yeni adım atmış, bıyıkları terlemeye başlamış zavallı, kırgın öfkeli çocuk, kapıyı çarpıp gitti. Gözlerinden sel gibi boşalan yaşları, suratını yırtarcasına sildi , aktıkları için kızarak…


Devamı var…


Tam Metin
Etiketler: ,

Yollar-Yolcular

12 Ekim 2009 Pazartesi Gönderen Yazmak Keyiftir 17 yorum

Orucum vardı benim...
Yemeye,
İçmeye,
Ve yazmaya.
Yolcu etmiştim
Kendim,
Kendimi ben.


Hani derler ya, benim de son yediğim gözüme, dizime durmuştu. Sevgisinin insana zehir zıkkım olması, olası mıdır ?. Sevgi insana zehir zıkkım olur mu?.
Olur elbet.
Zıkkım olur, boğazına oturur. Zehir olur hareketsiz bırakır, yavaş yavaş öldürür. Sevgi ve öldürmek kelimeleri, taban tabana zıt olsalar da ne kadar kardeş ve sevdalılar birbirlerine, kucak kucağa. Biri diğerine gelirken hep yalnızlığı, terk edilmişliği kullanıyor, gelişinin davetiyesi ya da habercisi misali. Sevgi, ölüme gelecekse yalnızlığı gönderiyor önce. Ve sevgi gidecekse, ölüm yalnızlığı uğurluyor ilk sıra. Benim
hayatımda da bu şaşmaz kaide hep çalıştı. Sevgi gidecekse mutlaka yalnızlığı gönderdi, yalnız kalmamam için. Yolcu etti yalnızlığı, ardın sıra gelirim yalanını söyleyerek. Yine de insaflı. Yalnız bırakmamak için yalnızlığın gelmesi... Ne garip bir teselli...
Yollara giderken hep, kendi kendimi yolcu ettim ben. Kimseler yoktu, "Yine Gel ! Özleyeceğim Seni ! " diyen. Y
üreğinin orta avlusundaki taşlara, içinin yağmurlarıyla arkamdan sular döken.. Sadece bir kez, bir mutfak penceresinin ardında. O da yalandı.
Yalnızlığım bile yolcu etmedi, beni. Her zaman çantamdaydı. "Bir daha, istasyonlardan yapayalnız, kimsesiz yolcu olmayacaksın, ben varım" diye söz veren kadın bile, ilk terk eden olmuştu. Son kez söylenen, beyazlığı kadar kapkara bir yalan, "Hoşça Kal ! Yolun Açık Olsun !".
Yolcu edilmek bile bir imtiyazdır oysa, uzak yollara yürürken. Gurbetlere çıkarken dahi, o im
tiyazım olmadı benim. Evlendirme dairesine giderken, bir mağazanın köşesinde giydim damatlığımı. İnsanlar, davul zurna ile uğurlanırken askere,.. Kendimi yolcu ettim ben. Kendi kendimin hem yolcusu hem de uğurlayanıydım.
Yolcu edilmek için bile, insanın bir diğerine ihtiyacı vardır. Birliktelik vardır. O kahrolası gece saatlerinde yolcu edilirken bir diğeri vardır, en azından ardından bakan...

Saat 02:30 dost bağından misafirler uğurlanırken kapıdan, yalnızlığa da aralık kalması için hızla kapatmadım kapıyı. Bir ses geliyordu dışardan, "Miiiii, miii" diye. Uzattım ki kafamı, göreyim kim imiş? beni bu saatte ziyarete gelen. Ziyarete gelen yuk
arıdaki, el kadar bir şey. En sevdiklerimden. Benim gibi, siyah beyaz. Babannemin, ufacık ellerini göstererek dediği gibi, "Şuncaaz" bir şey. Yedi, içti, çokça söyledi.
"Caaanımmm" dedim.
"Hımmm " dedi.
Sevdirdi kendini usulca. Ve çekip gitti ansızın. Bir bu resmi kaldı, geriye... Bir vardı, bir yoktu.., gecenin bu ıssız, kimsesiz saatinde.
Kimseler durmayı bilmiyor artık. Herkesin bir acelesi, yetişmesi gereken bir yer var, "Ben" istasyonundan geçerken. Hat sonu olmayan bu tenha istasyonun, bekleme salonunun duvarında bir şiir çerçevelenmiş, asılı duruyor. Eprimiş, sararmış, eski saatleri hatırlatan bir kağıda karalanmış..

Bana Bir Varmış De !
Bir Varmış, Bir Yokmuş Deme !

İçime Dokunuyor..
Can Yücel
Sahi, olur da bir gün gelirsen ve beni bu istayondan yolcu edersen eğer..
Bana Bir Varmış De !
Hep Varmış De ....

Görsel: Ali İKİZKAYA
Müzik: Zülfü Livaneli, Mutluluk Film

Tam Metin

Hoş mu geldim ?

11 Ekim 2009 Pazar Gönderen Emrah Ateş 8 yorum

Selamlar.
Bu blogun yeni üyesiyim.
Sağolsun Ali abi ve Gülen abla aralarına davet etti beni.
Kendi blogumun yanı sıra elimden geldiğince burada da yazacağım.
Abla ve abi diyorum çünkü bu blogda bulunmamaın amacı aramızdaki iletişimi bu safhalara çekmek.
Hem siz diyebileceğim kişilere niçin duygularımı açıkaçık yazacak olayım ki ?

Kendimden bahsedeyim biraz;

Adım Emrah Ateş
24 Haziran 1989 doğumlu olan ama sanki o tarihten on yıl önce doğmuş gibi şu anki ruh durumunda olan bir insanım. Ruh durumu derken, aslında biraz hayatın acı ve süprizlerle dolu olduğunu önceden gördüm diyeyim. Yani ister istemez çabuk büyüdüm.

Şiirle haşırneşirim. Okuyorum yazıyorum. Aynı zamanda öykü de yazıyorum ama asıl alanım şiir. Bugün de aranızda bulunurken aklımda hala Attila İlhan var. Çünkü bugün onun ölümünün 4. yılı. Laf açılmışken ustayı da bir daha buradan anmak istedim.

Tek hayalim insanların benim hisettiğim şeylere değer vermesi. Yani şiir kitabını basmak değil de, az da olsa birilerine ulaştırabilmek. Bir insanın benim duygularımla kendini tarif edebilmesi. Benim cümlelerimi kullanabilmesi. Düşünsenize; ne güzel değil mi ? Sevgiliye nasıl Nazım'dan şiirler okunabiliyor ise, öyle işte.

Sevgimi hislerimi duygularımı paylaşmak için buradayım.

Hep beraber nice dostluklara...
Tam Metin
Etiketler: ,

BİR İLAÇ ALMA ÖYKÜSÜ

Gönderen Gülen Tezer 10 yorum

İlaç mevzuları dendi mi; hastalığa dayanır da, hastalıkla savaşacak mücadeleyi bulur da insan kendinde.. Bu sağlık sisteminin insanına verdiği değersizlikle mücadele edemez, kalpler kırılır..
'93 ya da '94. Hastalığın ilk iki senesini atlatmışım. Hareketlerimin hala yavaş olması, arada çıkan komplikasyonlar, sadece bir gripten tam dört ay yatmam hiçbiri koymuyor da..
Bağışıklık sistemini baskılayıcı, oldukça pahalı bir ilaç kullanıyorum. O zamanki adı a.........e olan bu ilaç şu an i....n adıyla hala piyasada. Bürokratik engelleri aşmak için gücümüzün tükendiğinde gidip paşa paşa ederini ödeyip aldığımız bu ilacı hastane kanalıyla almak istediğimizde 'hastanın kendisi gelsin de yazalım' diye tutturan bir demirden sistem çıkıyor karşımıza. O hastanın ayağa kalkabilecek hali olsa gelecek; hatta o hasta ayağa kalkabilse size neden gelsin? Gidip gezer tozar eğlenir :) İlaç mevzuatının tam gün mesaisini ifa ettiğimiz böyle günlerden biri daha..
İlacı ne kadar kullandığıma dair raporumu hazırlatmışız. Rapor, hastanın kendisi; yani ben, canım anneciğim ve araçla gidilip oradan da bir imza alındıktan sonra bir önceki yere yine araçla dönülüp atılması gereken imzalı kaşelerden boş yer kalmamacasına işlemlerini tamamladığımız reçetemiz elmizde ilacın verildiği adreste yolculuğumuzu tamamlamıştık sonunda. O kadar yorulmuştumki iştahsızlık ve dört aydır her yediğini çıkaran 4o kiloluk bünyemi annem bir banka oturtup eczacıların odasında aldı soluğu. Az sonra ilacımıza kavuşmuş olmanın mutluluğundan çok uzak biçimde karmakarışık bir yüz ifadesiyle odadan çıkınca bir gariplik olduğunu sezdim ve anneciğime neler olduğunu sordum. Aldığım yanıtla sarsıldım; ilacı sadece bir kutu verebileceklermiş. Nasıl yani? Eksik mi var raporda? Yooo her şey tamam. O halde??
Ben böyle anlarda her ne halde olursam olayım aniden kendime gelerek yaydan fırlayan bir ok gibi fırlayıveririm yerimden.
Gülen: Anne şu kağıtları verir misin bana!
Anneciğim: Ne yapacaksın?
Gülen: Dertleri neymiş bir de bana anlatsınlar bakalım'
Annem üzüldüğümde o kırk kiloluk vücudumun anca bir kaç kişi tarafından o da zorla kaldırabildiğini bildiğinden yapmak istediğim o görüşmeyi engellemek istediyse de..
Annem yanımda odadayız,
Gülen
: Bakar mısınız?
Altı kişilik eczacı grubundan bir tanesi çay bardağını bırakıp yanıma gelerek: 'evet?'
Az önce a......e isimli ilacın iki adet yazıldığı reçete sizde mi?
Eczacı: Evet
Gülen: Reçetede iki adet yazıyor olduğundan emin olmak istedim de.
Eczacı reçeteyi kontrol ederek: Evet iki adet yazıyor.
Gülen: Güzel, o halde bize neden bir adet verildiğinin bir açıklaması vardır umarım?
Eczacı: Bu ilaç çok pahalı, suistimale çok uygun ve biz ancak bir kutu verebiliyoruz.
Gülen: Nasıl suistimal? Siz benden bu ilacı kaç adet kullandığıma dair rapor istemediniz mi, ben de getirmedim mi? Raporuma uygun biçimde reçetelendirilmiş ilacın diğer kutusunu nasıl vermezsiniz?
Eczacı: Bu ilacı yazdırıyorlar ve eczanelere götürüp yarı fiyatına satıyorlar.
Gülen: Haaa o zaman asıl suistimal burada başladı. Cümlem biter bitmez istiflerini bozmadan çaylarını içmeye devam eden diğer eczacılar da olaya dahil olmak üzere yerlerinden doğruluyor.
Benimle konuşan eczacı hanım son cümlemin yarattığı etkiyle beyaz gömleğini çıkarıp devlet memuru gömleğini giyiyor ve 'karşınızda devlet memuru var, siz bize suistimalci mi diyorsunuz yani? Vermiyorum ilacı.
Gülen: Siz bize diyorsunuz ama; sizden eksiğimiz devlet memuru olmamamız mı? Tutanak istiyorum. Bu ilacın iki kutu reçetelenmiş olduğu halde sadece bir kutu verildiğine dair imzalı, tarihli tutanak istiyorum. O tutanağı almadan da buradan gitmeyeceğim.
Tutanak sözünü duyunca eczacılar grubunun savunması kırılıyor ve bir an birbirlerine bakıp ilacı vermeleri gerektiği konusunda sessiz sözsüz bir anlaşma imzalıyorlar gözleriyle.
İlacı alıyorum. Hakkım olanı alabilmiş olmanın mutluluğu yeter mi? Yetmez; 'az önce vermediğiniz ilacı şimdi neden verdiğinizi de öğrenmek istiyorum, hani suistimal oluyordu? Madem suistimale uygun davranıyorum neden az önceki tavrınızı sürdürmediniz de ilacı verdiniz?
Hakkımı olanı almış olmam sorunun kökten çözümüne denk düşer bir mutluluk yaratmıyor ne yazıkki. Aslında bu olay mesai saatinin bitimine denk gelmemiş olsaydı orada oturup kaç hasta ve yakınının aynı duruma maruz kalacağını izlemeyi ve onlara o sihirli sözcüğün; tutanak sözcüğünün yerinde kullanıldığında nasıl bir etki yarattığını göstermeyi çok isterdim.
Hakkını alınca susanlardan değilim, olmayacağım da; insanların haklarını aramamak, seslerini çıkarmayan, eğitimsizlik üzerine kurulu sisteme, arıza çıkarmaya devam edeceğim. Ayrık otu gibi! Biri bana hayatla kavga ettiğimi söylemişti; evet ediyorum. Yoksa eilmemeli mi? Yok yok edilmeli..
Aysema öğretmenim sayesinde satırlarda da olsa tanıyıp sevdiğimiz tatlı kız Nilüfer; umarım beklediğiniz ilaç 'artık çok geç' olmadığı bir zamanda gelmiştir..

Tam Metin

ONKOLOJİ HASTANESİ ve NİLÜFER

10 Ekim 2009 Cumartesi Gönderen aysema 8 yorum

Onu Ankara Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Hastanesinde tanıdım.

Henüz on dört yaşında... Sekiz kardeşin ikinci büyüğü... İlköğretimi geçen yıl bitirmiş. Annesi ameliyat olmuş, kanserli bölgeler temizlenmiş... Kemoterapi ilacını bekliyorlar. İlacı alır almaz Adıyaman'ın Yaylapınarı'na, köylerine dönecekler. Gözleri, kulakları mecliste... Neden mi? Nedeni basit, çözümü ise oldukça zor! İlaç çok pahalı, bakanlıktan izin bekleniyor...

Nilüfer sevimli haliyle bunları anlatırken ben içimden:
"Ah yavrum siz daha çok beklersiniz, devlet büyüklerimiz şu anda bununla ilgilenemeyecek kadar önemli bir sorunumuzu çözmeye çalışıyor.", diye geçiriyordum...

Birlikte refakatçı ortak kimliğimizle bir hafta geçirdik. Ondan çok şey öğrendim. Hastane personelini ve hastaları yakından tanıyor, herkes hakkında söyleyecek sözü var. Çünkü herkesle çok sıcak iletişim kurmuş. En azından yedinci katın sevgilisi olmuş.

Sarıya yakın saçlarını arkadan bir tokayla at kuyruğu şeklinde tutturmuş. Kahverengi pantolonunu ve kırmızılı mont benzeri hırkasını hiç değiştirmedi. Gece gündüz, kendisine çok yakışan bu kıyafetiyle hastane içinde oradan oraya koşuşturup durdu. En sevdiği dizi "Dudaktan Kalbe" imiş.
" Dizideki Lamia'ya benziyorsun." dediğim zamanki sevincini görmeliydiniz. O güzel yanakları pembeleşti:
"Herkes öyle söylüyor!", dedi utana sıkıla...Belli ki Lamia'ya benzetilmek onu çok mutlu ediyor.

Annesi hiç Türkçe bilmiyor, babası ise kırık dökük de olsa derdini anlatmaya çalışıyor. Zorlandığı yerde Nilüfer yardımına yetişiyor. Onun Türkçesi ise olağanüstü güzel...

"Nilüfer, senden çok iyi bir hemşire olur. Sağlık Meslek Lisesine yatılı gitmeyi denesene..." dedim. Önceleri :

"Olmaz, kardeşlerim, annem bakım ister." derken sonra sonra bana :

" Abla , hastanede gezen hemşireleri gördükçe ben de onlar gibi olsam, ne güzel olur diye düşünmeye, hayal kurmaya başladım..." dedi. İçimden :

"Şu çocuğu alıp okutmalı..." diye geçirirken veremeyeceklerini de bilerek :

" Umarım olursun " dedim Nilüfere...
Ablası epilepsi hastası... Sık sık bayılıyormuş. Kardeşlerine baksın diye Nilüfer liseye gönderilmemiş, zaten köyde lise yok, şehirde kalması olanaksız, hele annesinin ameliyatından sonra sanırım bu şansı hiç olmayacak.
Annesi, babası ve Nilüfer bir aydır hastanede kalıyorlar. Boş yatak olunca yatakta, yoksa salondaki sandalye tipi koltukta sabahlıyorlar.

En çok Anıtkabir'i ve Ankara Kalesi'ni merak ediyormuş. İkisini de göremedi. Çünkü hastalarımız... ameliyat olmuş hastalarımız vardı... Benim hastam yeni ameliyat olmuştu, zamanımız sınırlıydı, gezecek durumumuz yoktu, yoktu, yoktu... Dertlerin çok olduğu, dertlilerin kıyamet gibi olduğu bir ortamda tanışmıştık. Deva bulmaya çalışıyorduk hastanede...

Onunla birkaç kez hastane bahçesine çıktık, hava almaya. Ankara soğuk, Ankara üşütüyor insanı. Ancak her seferinde kapıdan içeri adımımızı attığımızda Nilüfer:

"Sıcaklığına kurban olduğum devletim!" diyerek sevincini paylaştı benimle. Kaloriferin yaydığı sıcaklık onu mutlu etmeye yetiyordu. Sık sık da ellerini gösteriyordu bana:

" Bak abla bak, ellerim ne kadar yumuşak oldu !"

"Neden?" diye sorduğum zaman, büyük bir olgunlukla :

"İş yok burada da ondan." diye yanıtlıyordu.

Evlerinde hiç makina yokmuş, her işi bu küçük ellerle yapıyormuş. Elleri çatlak çatlak oluyormuş her zaman, şimdi düzelmiş. Oysa benim ellerim hastanede kurumuş, çatlamak üzereydi, sık sık krem sürdüğüm halde...

"Peki, nasıl geçiniyorsunuz?" diye sorduğumda coğrafya bilgisine de hayran oldum. İnsan yaşayarak ne güzel öğreniyor.
Kayısı zamanı, Malatya'ya; elma zamanı, Niğde'ye; fındık zamanı Giresun'a gidiyorlarmış. Bahçelerine üzüm dikmişler, meyve ağacı dikmişler ama henüz küçükmüş, fidanlar büyüdüğü zaman, rahat edeceklermiş. Mahkemeyi beş yılda kazanmışlar. Onun için geç kalmışlar üzüm dikmekte. Üzümler büyüsün, pekmez yapacaklarmış, pestil yapacaklarmış...

"Ne mahkemesi bu?" diye soruyorum, anlatıyor.

"Devlet çam dikmiş ama büyümemiş, kurumuş, orman arazisi mi neymiş. Biz de herkes gibi oraya bir şeyler dikelim dedik, olmadı. Devletle mahkemelik olduk ama sonunda biz kazandık..." diyor. Fazla masrafları olmuyormuş zaten; çarşıdan şeker, çay ve cıvık yağ (sıvı yağ) alıyorlarmış. Bir de inekleri varmış.

"Tereyağı yapıyor musunuz?" diye soruyorum.

"Yok." diyor. Sonra da annesinin, ayranın üzerinde biriken yağları aldığını söylüyor.

"İşte onun adı tereyağı ! " diyorum, gülümsüyor... Gülümseyince daha da güzelleşiyor.

Nilüferi daha fazla bekletemediler. Kardeşlerinin de bakıma ihtiyacı vardı. Babası akşam otobüsüne bindirip Adıyaman'a gönderdi onu, kendileri ilac izninin çıkmasını beklemeye devam ediyorlar, Ankara'da , Onkoloji Hastanesi'nde...

Ben de döndüm . Cumartesi günkü derslerimi yaptım, ama pazar günkü derslerimi yapamadım. Çünkü kar nedeniyle bugün dershaneler tatil oldu, yarın da okullar... Keşke gelmeseydim, biraz daha kalsaydım. Gerçi hastam emin ellerde ama tatil olacağını bilseydim kalırdım. Yakında tekrar gideceğim. Sonuç bekliyoruz, umarım korkulan olmaz...
Nilüfer'in annesi eşiyle birlikte, bakanlıktan kemoterapi ilacının izninin çıkmasını bekliyor. Nilüfer köyünde ne yapıyor acaba?

Dilerim yakında tekrar Ankara'ya gittiğimde Nilüfer'in anne ve babası, ilaçlarını alıp köylerine dönmüş olurlar. Bu düşüncemin gerçekleşme olasılığı çok zayıf da olsa inanmak istiyorum. Hastane anılarım devam edecek...

(17 Şubat 2008- ANKARA)
Tam Metin
Etiketler: , ,

YAŞAMIN YANKISI!...

Gönderen icimdeki yolculuk 11 yorum

Bir zamanlar bir babayla oğlu dağlık bir bölgede yürüyüşe çıkmışlardı. Bir ara nasıl olduysa çocuğun ayağı kaydı ve incindi. Çocuk acıdan bağırdı.
''Ahh!..'' Karşı dağlarda yankı yapan sesi geri döndü. ''Ahhh!..''
Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamış olan çocuk bu kez; ''Sen kimsin?'' diye sordu..
Cevap gelmekte gecikmedi. ''Sen kimsin!..''
Sinirlenen çocuk; ''Sen bir korkaksın!''
Dağdan ,''Sen bir korkaksın'' yanıtını aldı.
Bu olanlara bir anlam veremeyen çocuk babasına dönerek neler olduğunu sordu. Onun gülümsediğini gördü.
Babası ''şimdi dikkatlice beni izle oğlum'' dedi.....
''Hayatı çok seviyorum'
Karşı dağlardan aynı ses geldi ;''Hayatı çok seviyorum''
Baba; '''Sana hayranım''
Yankı; ''Sana hayranım''
Baba; ''Sen harikasın''
Yankı; "Sen harikasın''
Çocuğun şaşkınlığının daha da arttığını gören baba, ona durumu şöyle açıkladı..
Bu yankı adı verien tabiat olayıdır.
Ama hayatı çok iyi iyi anlatır.
Yaşamdan ne istiyorsan , önce onu sen vermelisin......
Verdiklerin aldıkların olacaktır.
Tatlı sözler ,tatlı yankı oluşturur..
Sevilmek istiyorsan, önce sen sevmelisin.
Saygı istiyorsan, önce sen saygı duymalısın.
Anlayış bekliyorsan, bunu önce sen göstermelisin...
Yaşamda neyle karşılaşmak istiyorsan, yankısını oluşturabilmek için bunu önce sen yapmalısın..

''Yaşam sonsuzdur ve sevgi ölümsüzdür ve ölüm yalnızca bir Ufuk Çizgisidir'' diyerek ilk yankımı oluşturuyorum...



Tam Metin
Etiketler: ,

CIRCIR BÖCEĞİYLE KARINCA

9 Ekim 2009 Cuma Gönderen aysema 6 yorum

"Cırcır Böceği (Ağustos Böceği) çaldı saz , bütün yaz
Derken kış da geldi çattı...
Seninkinde şafak attı.
Baktı ki yok hiç yiyecek, ne bir sinek ne bir böcek...
Kalktı karıncaya gitti; yandı yakıldı aaah etti.
Bir kaç buğdaydan ne çıkar; gelecek mevsime kadar borç istedi.
İşin kötüsü karınca borca hiç alışmamıştı.
Bu sözlere çıkıştı: Ne yaptınız yaz boyunca ?
- Şey... ben mi ? Saz çaldım saz...
-Ya öyle mi ? Madem ki siz, yazı sazla geçirdiniz; şimdi de oynayın biraz."

Öykü bu... Bu öykü yüzünden hepimiz Ağustos Böceğini tembelliğin, zevk aleminde yaşamanın simgesi kabul etmişiz değil mi? Oysa hiç de öyle değil. Görünüşe aldanmak, tek yanlı doldurmalara gelmek bizi yanlış düşünmelere yöneltebiliyor çoğu zaman. Kararlarımızı vermeden önce iki tarafı da dinlemek, üçüncü, beşinci kişilerin görüşlerine de başvurmak, uzmanlara danışmak da önemlidir.

Ağustos Böceği, varlığını yavrularıyla sürdürebilmek, yumurtalarının gelecek yaza kadar canlı kalabilmesini sağlamak için yüksek derecede ısı üretmek zorundadır. O, kendini yakıp kavuran, ancak yumurtalarının canlı kalmasını sağlayan bir ısı üretme seferberliğine girişerek kanatlarını birbirine sürter durur. Şarkı söylediğini sandığımız bu yürek paralayan sesi çıkartır. Öyle sanıyorum ki, doğada hiç bir canlı, neslini sürdürmek için kendini yakıp kavuran böyle bir özveriye katlanamaz.

Ne düşünüyorsunuz şimdi?

"Doğada özverili olmanın en güzel örneği Ağustos Böceğidir." demem , yanlış olur mu?

Her söylenene, her yazılana kayıtsız koşulsuz inanmak ne anlama geliyor ? Sormak, araştırmak, incelemek, eleştirilmek kiminerini neden bu kadar tedirgin ediyor?Aklı dışlayıp inancı baş tacı edenler, acaba bundan yararlanmak mı istiyorlar. Düşünmemiz gerekmiyor mu ? Kul olmaktan çıkıp yurttaş olma bilincimiz geliştikçe dünya daha yaşanır olmayacak mı?



Tam Metin
Etiketler: , ,

SİMİDİYAAAH, SICAK SICAK SİMİDİYAAAAH!

Gönderen Gülen Tezer 8 yorum
Karşı caddede simit satma macerasına henüz adım attığı bütün simitlerini satmış olmanın yüzüne yansıyan mutluluğundan belli ürkek çocuğu kestirir gözüne. Arabadan inip çocuğun yanına gider genç adam.
Genç adam: Kaçtan satıyorsun simitleri?
Çocuk: .. kuruş ama sattım hepsini.
G.A: Bana on tane simit verir misin?
Çocuk: Abi sattım dedim ya.
G.A: Simit istiyorum.
Çocuk endişeyle: Abi yok bitti, görmüyor musun?
G.A: Senin bana simit vereceğin yok, ben kendim alırım der ve çocuğun şaşkın bakışları ve bütün itiraz sözlerine maruz kalarak simitleri sarmak için tezgahta bulundurulan kağıtlardan birini alır ve bir pandomim sanatçısı edasıyla on adet sanal simiti kağıda özenle yerleştirerek sarar. Bu arada tok göz ve gönüllü çocuk işe yaramayacağını bildiği halde duruma hala itiraz etmektedir.
Genç adam on adet simit ederinin fazlasını bozuk parası olmadığını bahane ederek bırakır ve çocuğun para üstü vermesine fırsat vermeden 'üstü sende dursun, yarın yine gelip simit alacağım senden' der. Çocuk minicik avucundaki paraya bakarken genç adam bundan sonraki hayatında bu çocuğu gözetmeyi kafasına koymuştur.

Kardeşim Dolunay henüz okula gitmiyor ve bir simitçi olmak istiyor. Küçük ve güvenli mahallemizde simit satmak istemekten başka planladığı bir iş kariyeri yok henüz :) Simidiyaaaah diye bağırarak dolaşıyor sokak aralarında simitsizce. Annem 'çocuğun' bu durumuna üzülüyor ve bir fırına giderek bir tepsi simit alıyor. Kırmızı kareli, tertemiz bir örtü serdiği simit tepsisini kardeşime 'simit tezgahı' diye yutturuyoruz. Dolunay taşımakta zorlansa da gerçek bir simit tezgahında gerçek simitler bulunduran bir iş adamı gibi gururla bağırıyor simidiyaaaah simidiyaaaah! Beş metre arkasında o yürüdükçe yürüyen, o durdukça duran biz ikizlere arada bir dönüp 'eve gitsenize siz!' sözlerinin arasında simidiyaaaah diye bağırmaya devam ediyor. Annem de gözünden kaçırmayacak kadar en arkamızda; dört kişilik aile şirketi simitçileri mahallede simit satıyoruz :))) Simitler bitiyor. Eve dönüyoruz. Ertesi sabah 'hadi simit satmaya' diyen anneme 'anne sanırım bu iş için ben çok küçüğüm' diyen Dolunay'ın iş hayatındaki ilk hayal kırıklığını yaşamasına tanık oluyoruz hep birlikte..

O minik avucundaki paraya hayretle bakan çocuk şimdi başarılı bir lise öğrencisi ve o günün genç adamı Dolunay abisi de her sıkıntısında onun yanında..


Tam Metin
Etiketler: ,